15 Mayıs 2018 Salı

Canözüme...


28763324_1804359463203159_4277715726631960576_n
Onbeş şubat, bu yılki doğum günüm seni toprağa verdiğim gündü.

Bu aralar seni çok özlüyorum…

Son günlerde sürekli aklımdasın. Artık yüzümü o kocaman ellerinin ararsına alıp öpmeyeceksin, sonra kafamı göğsüne koyup “ohh ciğerim” demeyeceksin diye içim burkuluyor.

Bazen kendimi sorguluyordum. Nasıl bu kadar olgunlukla bu dünyadan göçmeni kabul etmiştim. Oysa sensizliğin derinliğini ilk kez kapımızın önünde kim bilir kaç cenazeye şahitlik eden dut ağacının altında yaşamıştım. Bir daha beni o dut ağacının altında yolcu etmeyecektin. O anda yaşadığım boşluğun farkına varmıştım. Artık bende öksüz kalmıştım…

Yüzünün bütün detayları aklımdan süzülüveriyor. O çakır gözlerindeki çocukça ifade. Farkında olmadan gözlerimden yaşlar boşalıyor. Ama bu başka türlü bir şey… Bu duygu; özlem, sevgi, pişmanlık… Öyle bir his ki bunu yaşamayı seviyorum. Sanki seninle bağlarımızın anahtarıymış gibi. İçinden geçtikçe daha çok şey öğreneceğim. Kaçmak değil, yaşamak, hissetmek istediğim bir şey.

Geçen zamanlarda rüyamda seni gördüm. Uzanmıştın o çok sevdiğin toprağa, Üzerinde her zamanki gibi çift cepli oduncu gömleğin. Sen bir ömür boyu, kimliğinle birlikte bütün servetini sol cebine sığdıranlardandın.
Bense yanında çalı çırpı topluyordum. Döndüm, bana bakıyordun. Gülümsedim sana, babacığım dedim. Eğildim üstüne sonra beni öptün, ohh ciğerim dedin ve öldün... Fırladım yataktan, ben seninle çok defalar vedalaştım sanıyordum. Oysa son vedamıza rüyalarım rehberlik etmişti… İçimde bir suçluluk belirdi belki gelseydim sana yetişebilirdim diye.

Başka bir günde salonun ortasında daire şeklinde oturmuşuz. Bağlama eşliğinde sana “sarı gelin” türküsünü söyledim. O kadar gür ve güzel bir sesti ki, kendim bile bu sesin benden çıkmasına inanamıyordum. Sonra kalktım ve ortadan geçmek için hamle yaptım. Bana geçme diyen gözlerle baktın. Döndüm ortaya baktım. Sofra toplanmıştı ve yeri süpürülmeden oraya basmamı istemiyorsun diye düşündüm… Çünkü sen yediğimiz nimete basmamayı, bastığımız yerlere dökmemeyi bize öğretmiştin… “Yediğiniz nimeti ayağınızın altına alırsanız yaradan rızkınızı keser” derdin. Uyandım acaba babam bana ne mesaj vermek istiyor diye akıl yürütmeye başladım. Düşündüm uzun uzun her aklıma geldikçe…

Geçen derste hocamın söylediği sözler sanki işaret gibiydi. “ÖZEN” çünkü bende her fani gibi bazen gerekli özenden uzaklaşıyordum. Tamda bu noktada acaba “babam bana ne demek istedi” diye o başucu kitabıma bakma zamanıydı.
Ne dersin babacığım; arkamdan Evrim’i üzmeyin ona kimse bir şey demesin demişsin ya, ben seni üzmüş, gerekli özeni göstermemiş olabilir miyim?
Biliyor musun? Öykü’ün (minik ejderham) öfkelendiği zamanlarda gözlerinde aynı sen varsın. O anda kilitleniyorum o bakışlara son zamanlarda aniden gelen öfke hallerin aklıma geliyor… Sanki giderken ruhunu ona bırakmışsın. Öyle derin ve anlamlı ki aynı senmişsin gibi ona sımsıkı sarılmak istiyorum.

Sen küçük bardakta demli çay içmeyi severdin. Başka bardakta içemezdin. Üniversitede yıllarımda ilk kez İstanbul’a gelmiştin. Vizelerim vardı ve arkadaşımda yemek yemiştik. Hiç unutmam, Özge sana çay ikram ettiğinde ikinci bardak çayı içmedin. Sonradan anımsadım ki babam büyük bardakta çay içemezdi. Sen gitmiştin ama ben hemen gidip küçük çay bardakları almıştım. Babam bir daha gelirse keyifle çayını yudumlasın diye… Oysa senin yanında geçirdiğim ergenlik yıllarımda çayı çok güzel demlediğimi söyleyip hep benim demlememi isterdin. O çocuk aklımla artık bıkmıştım çay demlemekten…

Bugün senin için, sana yakın olmak için kendime çay demledim. O sevdiğin bardakta sevdiğin tada yakın olsun diye içine bir tutamda şeker attım.

Karıştırdım…

Aynı senin gibi kaşığı çıkarmadan işaret parmağımla orta parmağımın arasına aldım.
Sonra balkona çıktım ve sırtımı duvara dayadım. Çünkü sen sırtını bir yere yaslamadan oturmayı sevmezdin.

Bacak bacak üstüne attım.

Bir yudum, sonra bir yudum daha… uzun uzun baktım gözümün görebildiği en uzak noktaya
Aklıma geldi birden sen arada bir “ hey vahh heyy” derdin. Ama büyük bir acının serzenişiymiş gibi söyleyemedim. Söylemek istemedim babacığım…
Sonra beni duyduğunu hissederek sana seslendim. “ baba seni çok özledim” çünkü artık biliyordum ki özlemin yolu SEVGİden geçiyordu…


Özledim seni canözüm…

8 Şubat 2018 Perşembe

“Hizmet et ki insan olasın” “Hizmet et ki kul olasın”

Foto: D. Üzer




“Hizmet et ki insan olasın”
“Hizmet et ki kul olasın”

Bizim dedeler bu sözü çok söylerler. Kanımca çokça da derin anlamlar yüklüdür.
Bu aralar bu söz sürekli tekrarlanıyor kafamın için de bir yerlerde… çünkü öfkeliyim, kızgınım, kırgınım bir çok insana ve en önemlisi kendime;
Hep bu sözü düşünüyorum. Düşündükçe aklımın bir köşesinde, kalbimin derinlerin de bir yerlerde beliren … öyle derinden öyle içten bir ses;
 “bir şey sana kendini veya başka bir şeyi hatırlatıyorsa o zaman daha yakından bakmalı daha yakından dinlemelisin”
Bu söz tamda değersizliklerimi bir değere taşımak için çaba sarf etmem gerektiğini hatırlatıyordu bana…Aynı yoga gibiydi; daha derinden daha yavaş…
Kendimi çok değersiz, basit, sevilmeyen bir varlık gibi hissettiğim bir süreci daha yarılamaya başladım. Yazmaya karar verdim. Belki birileri dokunuşuyla görmediğim bir noktaya beni taşırdı.
Ben Alevi’yim; 1993-95 yıllarında Erzurum’da yaşadık. Sonrasında Kayseri… O zamanlar ablam bizi korumak adına mezhebimizi söylemememizi sıkı sıkı tembihlemişti. Ama herkes Tunceli’li olduğumuzu duyunca (zaten pekte gizlemeyi beceremem) tabi ki anlıyordu. On yedi yaşında ve köyde geçirdiğim yaşam deneyimiyle biraz safça bir yapıya sahiptim. O ana kadar güvenli alanımın dışına çıkmamıştım. Yanında çalıştığım patronumun (altmış yaşlarında) bana; siz Aleviler cinsel ilişkiden sora banyo yapıyor musunuz? Sorusunun bir taciz olduğunu uzun yıllar sonra anlamıştım.
Daha cinsel ilişki nedir tam bilmiyordum. Ama herkes gibi bizde banyo yapıyorduk. Hatta annelerimiz son üç tas suyu dualar (Hızır seni korusun) ederek tepemizden dökerdi.
Hayatımın devamında;
Mum söndü yapıyormuşsunuz, nasıl- öylemi? ( hayır biz kirvelik - sağdıçlık bağı kurduğumuz insanlarla bile birkaç göbek evlenmiyoruz.)
Bizim bir alevi komşumuz vardı çok iyiydi… sanırım geri kalanlar kötüydü.
Yedi tane alevi öldüren cennete gidiyormuş? Olur tabi…
Aleviler’in elinden bir şey yenmez diye devam eden…
Bu liste uzayıp gitti yıllarca. Ben hep BİZİ- BEN’i ALEVİ olmayı anlatmaya, kendimizi sevdirmeye çalıştım da çalıştım. Sonra?
Yoruldum
Durdum-düşündüm.
Okudum-anladım.
Anladım ki herkes benim kadar değerli, bende herkes kadar özeldim.
Kimseye kendimi anlatmam gerekmiyordu. Beni kabul etmek istemeyen insanlar her türlü uzak kalmalıydılar ve bu benim için en iyisiydi.
Uzaktan baktım, ve İNSAN olmanın, KUL olmanın ne kadar önemli olduğunu gördüm.
Şimdilerde bu dışlanmışlık hissiyle, kabul görmeyeceğimi hissettiğim ortamlarda hep alevi olduğumu özellikle söyleme isteği duyuyorum. Bana sorulan sorulara tebessümle gülümseyerek; sizi anlıyorum ama siz orada iyisiniz bende burada diye ardımda bırakıyorum. Kendi alanıma o insanları sokmak istemiyorum. Çünkü bu insanlar aslında sadece beni değil Çingene, Ermeni, Hıristiyan, Yahudi, Kürt… kimseyi sevmiyorlardı. Bütün yaşadıklarım içinden geçtiğim deneyimlerdi ama daha fazlasına katlanmak kendime haksızlık gibi geliyordu.

Bugün yine aklımdan bütün bunlara cevap verirken  size yazmaya başladım. Kendimizi birilerine yakın hissetmek bana- BİZ’e iyi gelir … yıllar sonra başka başka güzel kalpli insanlar hayatıma girdi. Bir gün sevgili Defne’nin “ Genç dostuma Madımak ile ilgili bir mektup”unu okudum.

 

Çok etkilenmiştim. Hayatta kim olduğumuzu umursamadan bizi seven insanlar vardı. Sadece bir can-insan olduğumuz için önemseyen birileri vardı. Hayatımda böyle insanlar hep vardı aslında ama ben başkaları da iyi insan olduğumuzu- iyi kullar olduğumuzu anlasın istemiştim.

Geçen hafta David’in eğitimi benim çok savrulduğum bir sürece denk geldi. Bildiğim şeylerin içinde bile dalgalanıp durdum. Zaten İngilizce’de bilmiyordum. Herkes akıllı zehir gibi ben neden yapamıyordum neden öğrenemiyordum. Sevilmeye kabul görmeye o kadar ihtiyaç duymuştum ki rüyamda iki farklı arkadaşım bana sarılıp beni sevdiğini söylediler. Sanırım bu duygumu tetikleyen anne baba’mın geçmişte arada birde olsa beni başkalarının çocuklarıyla kıyaslamasıydı?

 

Dün atikranta yaparken dönmeye çalıştım. Tabi ki dönemedim ve kaldım, düştüm, nefes aldım, kendime güldüm, sonra üç yıl önce padmasana’da oturamayan halim aklıma geldi. Evet oluyor sevgili sanga yeterki vazgeçmeyelim. Hayatımıza güzel kalpli insanlar ve sevdiğimiz her şey daha derinden bir doku gibi yayılıyordu. Tamda bu noktada Yoga’ya daha derinden sarılmak içimden geldi.Çünkü yoga yaptığım zamanlarda içimdeki iyi olana, insan tarafıma yaklaşıyordum. Hissettiğim tatmin bambaşka bir şeydi, sanki göçebelikten yerleşik hayata geçmek gibi…öyle derin öyle tatlı

 

Sonunda selam verirken belki de hayatımda ilk defa kalpten; ayaklarıma teşekkür ettim. Şükrettim. Zira ayaklarımı pek beğenmem geri kalanına girersek hiç çıkamayız…

Aklıma bir anekdot geldi;

Şenay kardeşim Dilek’e sormuş çok benziyorsun Evrim’in kardeşi misin?

Evet, Defne’ye söyledin mi? Hayır.

Ama bana verdiği cevap süperdi. Abla hiç anlamadıysa ayaklarımdan anlamıştır. Böyle ayaklar bizim aileden başka kimsede yok.:)

Hızır-ınız – huzur-unuz bol olsun.

 

Sevgiler….