6 Temmuz 2017 Perşembe

Evrim III, 12.gün - Kaç tane BEN var bu bedende?

Foto: Dersim-Tunceli

Bu aralar yine her şey zor gelmeye başlamış. Sorular-hesaplaşmalar, kendimi sorgulama halleri beni yoruyor… Kaç tane BEN var bu bedende? Hepsi kendi rüştünü ispat etmek için olağan dışı bir çaba harcıyor. Niyeyse kendimle barışmalarım kısacık zamanlara sığıyor. Yapmak isteyip de yapamadıklarıma daha çok odaklanıyorum. Kabullenmek sanki benim yumuşak karnımı keşfetmemi sağlayacak. İstediğim bu değil mi? Ah bu kafa karışıklığı…. Sabahları uyumak istemediğim halde kalkmamak için direnmek.

* Neden her şeyi yarım bırakıyorum, çok mu maymun iştahlıyım ben?
* Niye bana iyi geleceğinden emin olduğum şeylere (yoga pratiği) direnç gösteriyorum. Yeterince çaba sarf etmiyorum diye kendime şiddet uyguluyorum. Hani ahimsa=şiddetsizlik ilkesi nerede?

Kendimi; Schopas’ın (4. y.y. heykeltıraşı) dans eden Menad’ı gibi hissediyorum. Heykelde hareketlenen saçlar yüzünü kapatır. Benliğimi sarmalayan perdelerin-gölgelerin içinde kaybolmuşum sanki. Dağılmış  zihnim ve bedenim arasındaki bu çatışmalar bu duruma çok uyumlu gözüküyor. Yıllar önce Elif Tül Tulunay; “4. Yüzyıl heykelleri şans gibidir. Şans bir kere önünüzden geçer saçlarından yakaladınız yakaladınız yoksa bir daha aynı şans önünüzden geçmez” demişti.
Bende yogayı hayatımda şans olarak görenlerdenim. Ama dinamiğimi kaybetmek bazen çok sarsıcı oluyor ve toparlamakta zorlanıyorum. İçimde ki ses bazen zayıf çıksa da devam diyor…

Bütün bu kargaşanın içinde yoga sonrası padmasana’da oturuyorum.
Sankalpa; niyet ettim derinleşmeye… Madem bir içe dönüş yolculuğuna adım attım daha yakından bakmalıyım kendime! Perdelerimi biraz aralamak gerek. Gözlerim kapalı bir süre sessizce oturuyorum. Sonra bir siluet beliriyor.
* Birinci ben namaste halinde öylece duruyor. Can, gölge ve ruh…
* İkinci ben çok hareketli,  hiç durmadan sürekli oraya buraya koşturuyor. Gördüklerim karşısında şaşkınım. Nasıl inanılmaz bir hızda hareket ediyor ve hiçbir şey sonuçlanmıyor. Sanki hep bir yarım kalma hali…
Yeni yürümeye başlamış, hiç durmayan bir çocuk misali
Bir süre sonra yeni  * üçüncü Evrim beliriyor. İnanılmaz dominant, sağlam bir duruşu var. Göremiyorum bedeni dışında ona dair hiç bir şeyini. Öylece ortada duruyor ve bakıyor. Onu çok iyi tanıyan bir halim var. Delici bakışlara sahip.  Duruşunda bir kararlılık var ama neyin kararlılığı çözemiyorum.
Bir süre sonra, ikinci Evrim bir köşeye geçip cenin gibi kıvrılarak, çocuk misali sessizce uykuya dalıyor. Onun yokluğu üç’ü daha iyi görmemi sağlıyor. Ama hala o taviz vermeyen robot hali…

O zaman padmasana da oturan Evrim anlıyorum ki; bizim ortak noktamız aynı bedende ikamet etmek. Onda birleşiyoruz. Evet farklıyız ama bu bedendeki varlığımız bizi tamamlıyor. Hiç birimizin yaptığı şeyden öteki ne tam olarak sorumlu nede bağımsız. Öyle bağlarla bağlıyız ki birbirimize yolculuğumuzda yollarımız hep kesişiyor.

Bu yolculuk hiç yalnız geçmeyecekse  uyumu da yakalamak gerek. Oturan BEN o rahatsızlığın içinde kaldıkça kendimi ve ötekileri biraz daha anlıyor, yakınlaşıyorum.  Bütün bunları düşününce aklıma gelen şey Sezen Aksu “Kolay olmayacak elbet üzüleceğiz.” Gerçekten her şey zor muydu yada öyle mi olmalıydı? Dinlemekten zarar gelmez:) OMmm

https://www.youtube.com/watch?v=WMk0wKTKGhk

21 Haziran 2017 Çarşamba

Festina lente; yavaşça acele et...


Foto: Emek gazetesi
#28günyoga 
İnternet ve zaman sorunu nedeniyle parmaklarım bu klavyeye dokunmayalı 18 gün olmuş. Güzel bir yolculuğun koşturmacası içinde kaybolmuş bir Evrim vardı. Tunceli’den Erzincan’a gelirken bambaşka bir duyguyla sarmalanan benliğim bana sessizce fısıldıyor; Festina lente… Latince; “yavaşça acele et” demekmiş. Hız insanı kendinden uzaklaştırır, yavaşlık kendine yaklaştırır anlamına geliyor. Hümanizmin öncülerinden Felsefeci-Filozof Erasmus, sevdiği bu sözün her kurumun veya evin girişine asılması gerektiğini söylermiş. Son bir yıldır hatırlamaya-hatırlatmaya çalışıyorum.

21 tünel-CİK ile devam eden Tunceli-Erzincan karayolunda ki kanyonları andıran görüntü karşısında müzik dinlemek bile gereksiz bir fazlalık gibi hissettiriyor. Bu yolculuk sayesinde  geçirdiğim zamanı düşünme fırsatı buluyorum. Bu defa biraz daha sakinim. Sadece işe değil karşımdaki insanlara odaklı bir süreç geçirmiş olmak benim için inanılmaz bir yenilik. Öykü (15 aylık yeğenim); “ben ona minik ejderha diyorum, gündüzleri tatlı bir şempanze, minik bir kedi geceleri bizi ateş topuna çeviren bir ejderhaJ ”  ne ile uğraşırsam uğraşayım onun isteklerine hemen cevap vermem konusunda inanılmaz bir önceliğe sahip. Oysa bu aralar hayatta ne olursa olsun asıl önceliğimin kendim olduğuna inandırma çabasıyla devam eden bir süreçteydim … Sanki bunu başarırsam hayatta ki yerim sağlamlaşmış olacak. Gerçekten buna inanıyor muyum? O zaman neden bu kadar zorlanıyorum?

Bu yolculuğu kendi rutinime engel olarak görmektense onun içinde kendime zaman ayırmayı öğreniyorum. Sanki bu şehirde dağılan parçalarımı toplamaya gelmişim. . Büyüdüğüm topraklar bana iyi geliyor, kendimi tanımamda boşlukları dolduruyor sanki… Bir parça da agresif tarafımla yüzleşiyorum. Acaba bu sert tarafımı besleyen duygu memleketimin geçmişten gelen mücadeleci ve kendini koruma güdüsüyle beslenen özgürlük mücadelesi mi? Sanki el değmemiş bir zamanın içindeyim ve onu şekillendirmek benim görevim. Bir şenlik halini alan #28günyoga ile ilgili yazılanları hem merak ediyorum hem de etmiyorum. Bu kendi halinde olma süreci benim en önemli yoga pratiğim halini almış. Ruhum biraz daha yumuşamış sanki ama bedenimle barışma yolundaki adımların çok başındaydım, bana uymayan fazlalıklarımdan arınıyor gibiyim.
Akşama doğru kana kana yoga yapmak isterken buluyorum kendimi. Samapada’da bir mutluluk çemberi sarıyor beni. Serinin devamında oyuncu zihnim sendeleyip, ne yapacaktım-bundan sonra ne geliyordu diye sarsınca? O zaman farkına varıyorum ki her halimizle varoluşu temsil ediyoruz. Belki de kendimize en çok güvendiğimiz zamanlar en zayıf anlarımız dır!!! 

3 Haziran 2017 Cumartesi

Tüm kusurlarım affola :)



Foto: Gönül bağımıza gelsin:)
#28günyoga’nın altıncı günü

Şimdi den yazdım sabah fırsatım olmayabilir diye, hem saat 01.45
Şimdi size desem ki bu yoga günlüğünde birimiz başlamadan bayrağı öbürü devralıyor.:)

Can özüm Fatma’nın Ekvador’dan gelen güzel sesine cevap vermeden durabilir miyim? İçimde muhteşem duygularla yazıyorum bu satırları. Çünkü kendimi, inandığım ve güç aldığım bir çemberin parçası gibi hissetmek sanki varoluş sebebi gibi… Herkes o kadar içten ve sıcak ki, bana içinde bulunduğumuz bahar mevsimini hatırlatıyor. Tenimi yalayıp geçen tatlı bir esinti gibisiniz.

Yoga pratiğimi yapamadığım için valizimi kaptığım gibi kendimi attım yollara, şu anda Ankara’dan yazıyorum. İstikamet Tunceli, Defne’nin de her zaman hatırlattığı gibi yolculuk ve hız vatayı coşturduğu için olsa gerek bu satırları yazarken bile kelimeler o kadar hızlı uçuşuyor ki zihnimde ne desem, nasıl anlatsam hiç bilemiyorum. İçi hava dolu balon gibiyim, kaygılanıyorum acaba duygularımı yeterince iyi ifade edebilir miyim diye. Arada verdiğim küçük molalarda sizleri bir parça takip etmek bile enerjimin yükselmesi için yeterli oluyor. Son zamanlarda ki sızlanma sebebim olan sol dizim ve sırtımda ki ağrılar benim kaytarmalarıma bahane olmuştu. Bir yanım kendime şefkatle yaklaşmamı salık verirken öbür yanım bahanelere sığınmaktan vazgeç diyordu. 

Tam da bu süreçte sevgili Pınar’ın başlattığı bu güzel çağrı benim için bir toparlanma gibi oldu. Hakikaten birlik-bütünlük bu olmalı diye düşündüm. Ne güzel bir şeydir birilerinin minik bir dokunuşla duygularımızı değiştirebilmesi. Kartopu misali yuvarlanıp büyüyerek yolculuğumuza devam ediyoruz. Ben iki gün daha yoga pratiğim ile ilgili duygularımı paylaşamam sizlerle ama gittiğim her yerde kalbime yerleşen bu güzel birliğe, gönülden inanarak devam edeceğim. İnternet konusu biraz sıkıntılı olabilir ama benim yerime de yazmaya devam edin. Hadi ben biraz uyuyayım yarın yollar yine beni bekler. J Kocaman sevgiler… #yaşasın 28 gün yoga

Şehirler–Sokaklar–İnsanlar

Foto: EK "Ayasofya" 

En çok şehirlerin sokaklarını umarsızca hesapsızca gezmeyi severim. Nereye gideceğimi düşünmeden, plan yapmadan. Sanki bu şehirlerin doğası ve sokakları bana insanlarını anlatır. Her şey ayrı bir dokunuştur. Kaldırımlar, sokaklar, binalar, bambaşka pencerelerden hayata-insana bakmak sanki …  

Trabzon’dayım, 3 gün sonra nihayet kendimi sokağa attım. Kulağımda Aytekin Ataş’ın Gitsen de şarkısı;  "Yollar nereye götürecek seni” diyor. Kendisini pek severim aynı toprağın insanı olmaktan mı bilmiyorum.
Yolculuğum sırasında bir yanı dağlarla çevrili, fırça darbelerini andıran yeşillikler. Diğer yanda ise uçsuz bucaksız Karadeniz’in hakim olduğu sahil yolunda ilerlerken ne kadar muhteşem diye düşünmüştüm. Sabah güneşi gözlerimden kalbime süzülürken bana fısıldıyordu sanki; uyan! bu güzelliği kaçırmamalısın diye… Fakat Karadeniz hakikaten şahsına münhasır şekilde KARA bir denizmiş. Gidenler bilirler Ege ve Akdeniz’in mavisi, gökyüzünün mavisi ile kavuşan iki sevgiliyi andırır. Bakmaya doyamazsınız en kasvetli ruh bile yumuşayıp şair olabilir.:)

Şehirde az da olsa eski Rum binaları hala bulunmakta. Bazı sokaklardaki Arnavut kaldırımları kendini korumuş.  Üstünde yürürken acaba kaç nesil tanıklık etmiştir diye düşünmeden edemiyorum. Öyle bir his ki yumuşak bir tene, sevdiğim birine dokunur gibi yürüyorum. 
Devam ediyorum yoluma sahile inmek gerek. Deniz hep keyif – huzur-sonsuzluk karışımı bir duygu verir bana. İçimde ki bu deniz aşkı nereden geliyor ben bile şaşırıyorum.
Yürüyerek sahile iniyorum. Uçsuz bucaksız denize bakarken yarattığı sonsuzluk duygusu muhteşem hissettiriyor insana… kıyıya yakın sular çok bulanık ve balçık kokusu yayılıyor etrafa. İnsanın yaşadığı her yer kirlenmeye mahkum diye düşünmeden edemiyorum.

Hırçınlığıyla anılan Karadeniz’e bakarken; dağlar ve deniz ararsında sıkışmış bu coğrafya da yaşayan insanoğlunun doğasını anlamaya çalışıyorum. O sıkışmışlık hissinin etkisi şehrin insanına da yansımış sanki... En ufak bir şeye karşı hemen bir (bazen saldırganlığa varan) savunma hali.  
Kendi doğasındaki bu dalgalanmayı denizin heybetine bağlayarak övünç kaynağı olarak görmeleri beni düşündürüyor. Acaba bu durum; kendi halinden memnun olduğundan mı yoksa memnuniyetsizliğini savunma ihtiyacından mı bu insanlarda?…

Bu sıkışmışlık hissi ve övündükleri mizaçları onlar için çok yorucu olsa gerek. Hırçın ve dalgalı mizaçları için hiç düşündüler mi acaba? Koca dalgaların kıyıya vururken parçalanarak minik su damlalarına dönüşmesi gibi insanoğlu da sürekli değişiyor-parçalanıyor-dönüşüyor.
Aslında hepimiz hayatımızın bir dönemi parçalara ayrılıyoruz. Ama önemli olan hikayemizi doğru tamamlamak. Bu kentin insanının işi zor olsa gerek. Havanın sürükleyici haliyle suyu harekete geçirdiğini var sayarsak. Arada bir lodosa maruz kaldığımda dengemi yitirdiğimi düşününce bu insanlar için hayat zor olmalı… Tabi ki bu hallerinden memnun olmalarını saymazsak.
Ama aşırı memnuniyet bizi hatalara sürükler. Göremeyiz başka güzellikleri, narsizm; başkaları ile aramıza kalın duvarlar örer ve biz sadece kayıplarımızdan dolayı haklı nedenler bulmaya çalışarak tükeniriz bazen…

Yıllar sonra bu şehrin sokaklarını tek başıma dolaşırken aklımda kalbimde sadece bir boşluk, sanki hiç bir şey hissetmiyorum. Oysa ben bu şehirde iki insanı arkamda bıraktım. Acı çekmiştim, yada acı olduğunu sanmıştım. Şimdilerde aklıma gelince olması gereken buymuş diyerek kabullenip yoluma devam ediyorum. Eskiden olsa tutamazdım kendimi, o boşluğu doldurma çabasıyla insanları aramak isterdim. Şimdilerde içimde özlemin anlamı değişiyor kulak veriyorum kendime. Kendi eksik parçalarımı başkalarında tamamlamanın bir kandırmaca dan ibaret olduğunu biliyorum.
Değişimin adı bu olsa gerek, yaşadıklarımızla, korkularımızla büyüyoruz. Aklıma eski bir hocamın sözleri geliyor” su akar yatağını bulur.”

Duygularımın yoğunluğuyla tamda istediğim gibi sokak arasındaki Bahçe Kafe’ye oturuyorum. Sağ tarafımda 1889’lu yıllarda Mühendis Kakudilis tarafından yapılmış Rum binası, bütün gücü ve heybetiyle zamana meydan okuyor.Türkiye’de kurulan ilk erkek öğretmen okullarından biri olduğunu sonradan öğreniyorum.  İçimde tatlı bir kıskançlık; biz faniler zamandan çaresizce şikayet ederken bu bina ne çok insana, değişime tanıklık etmiştir kim bilir? 
Sessizce iki bina arasından denize bakarken kalemimin ucunda kelimeler dans ediyor. Farid Farjat kemanıyla bu güzel ana eşlik ediyor sanki… Yalnız oturmanın böyle bir güzelliği var her detayı inceleyebiliyorsunuz-kulak veriyorsunuz kendinize. Bu kafenin profili daha farklı yerel kimlikten biraz uzak baktığınızda hemen fark ediliyor. Yan masada 50-55 yaşlarında bir grup insan KATÜ’de mimarlık okumuşlar. Eski anıları tanıdık bir ses gibi geliyor kulağıma; Zamanın hızlı tükendiğinden bahseder olduk sürekli, şimdi başkalarını dinlerken hepimizin ortak kaygısı olduğunu düşünüyorum.

Yine bir yol serüveni öncesi:)
Sevgilerimle...


14 Mayıs 2017 Pazar

Anne'me;


Bazen üzülerek bazen de öfkelenerek neden her şeye veya herkese dair bir şeyler yazıyorum da  anneme dair yazamıyorum diye sorguluyorum kendimi… Oysa artık kendime kızmayı bırakmaya karar vermemiş miydim ben?
Annem!!! Son iki yıldır sevgisini bile bir ızdırap gibi ruhumda taşıdığımı fark ettiğim hayatımın amazon kadını. Biliyorum bu inanılmaz bir çelişkiydi. Bir insanın sevgisi nasıl yük olurdu bir başkasına bir türlü akıl erdiremiyordum. İçten içe sahip olduğu olgunluk ve güç beni kıskandırıyor muydu acaba?
Çok seviyor, seviliyor olmak da bizi prangalarla bağlıyor olabilir miydi?…

Yaşadığı çemberin içinde sürekli susan, çok çalışan, acıya katlanan olduğu için kızdığım kadın. Kendince iyiliğimi düşündüğü için her defasında çemberimi daraltıyordum. Suskunluğunu acizliğinden değil de gücünden aldığını şimdilerde öğreniyordum. Çünkü; söz gümüş ise, sükut altındı.  

İyi de o zaman neden bu kadar öfkeliydim?

Sorunlarımla kendim başa çıkabilirim. Ben akıllıyım, en doğrusunu yaparım diye çırpınıyordum. Oysa düştüğümde, acı çektiğimde ağzımdan çıkan ilk kelime, “anneciğim” oluyordu. Bu bir sınav mıydı? O zaman ben bütünlemeye kalmıştım bile…
Limitsiz bir kredi harcıyordum, ta ki annem bana “ sen beni çok üzüyorsun” diyene kadar. Bütün perdeler kapandı. Öfke dansım başladı nasıl bana bunu söylemişti. Oysa ben onun iyiliği için diye başlayan, artık karışmıyorum diyen bir ses yükseldi bütün benliğimde.
Annem benim elime; dört kelimeden oluşan bir cümle ile meşaleyi tutuşturmuştu. “ Sen beni çok üzüyorsun”. O savunduğum “ yüzleşmediğimiz sürece aynı sorunlar sürekli büyüyerek tekrarlar” tezi avucumun içindeydi ve bununla nasıl başa çıkabilirim, hiçbir fikrim yoktu.

Neydi peki? Okuldaki öğretmeni, sokaktaki insanı, işteki patronumu tolere ediyordum da annemi neden etmiyordum. Niye onunla güzel konuşmayı beceremiyordum. Oysa o kadar da çaba harcıyordu. Anne ben yoga yapacağım bir saat dediğimde; <ki yogaya dair fikri olmamasına rağmen> tabi ki kızım sen işine bak, ihmal etme diyen bir inceliğe sahipti. Onun için önemli olan, bunu benim yapmayı istiyor olmamdı.

* İstiyordum ki annem sadece söylemek istediğim şeyleri dinlesin. Kontrolüm dışındaki sınırlara çıkmasın.
* İstemeyi öğrensin, başkaları istemediği halde onlar için paralamasın kendini.
* Değerli olduğunu hissetsin vs. diye devam eden koca bir liste vardı.
Fark ettim ki benim annem için istediğim şeyleri o da benim için istiyordu. Aslında ben kendimi kabullenmekte zorlanıyordum. Katlanamadığım içimde ki BEN’ di. Sorunun kaynağı kadar çözümü de burada göğsümün tam ortasında duruyordu.

Son yıllarda görüyordum ki neredeyse bütün kadınların anneleri ile sorunları vardı. Sadece farkına varmak ve kabul etmek zordu-zaman istiyordu. Oysa ben kendimi yalnız sanıyordum. Göbek bağıyla beslendiğimiz biriyle bu kadar kavgalı olmak nasıl bir adaletsizlikti. Ayaklarını yere vuran çocuklar misali kabul görmek isterken onun deneyimlerine nasıl da kulaklarımı tıkamıştım. Oysa şimdilerde öğreniyordum ki hayat deneyimlerden ibaretti ve ders almadığımız sürece sürekli daha büyük yüzleşmelere gebeydi.

Kendi annem dahil, bütün anneler bana bir parça acıyorlardı anne olmadığım için. O eşsiz duyguyu ben de tatmalıydım. Bir zamanlar ben de bunu düşünmüştüm ama artık benim için kulağımda çalan tatlı bir melodi- güzel bir hikayeydi ve ben bu eşsiz tadı onlar gibi ölümsüzlük olarak görmüyordum. Elbette ki onlar için eşsizdi kabul ediyordum. Ama bu hayatta hepimiz zaten ilişki halindeydik ve bu hal kişilere göre değişiyordu sadece…

Kimse bilmiyordu ki ben çok şanslıydım. Her anneler günü o ses her nerede olursam olayım bana ulaşıyordu. “ Benim küçük annem anneler günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum.” Gökkuşağının en güzel renkleri hayatıma yayılırken bundan daha büyük bir saadet var mıydı? Ben hep biliyordum ki seviliyorum, seviyorum gerisini sorgulamak nafile bir çabaydı.


Artık benim de anneme söyleyeceklerim vardı; anneciğim sana yürek dolusu bir özür borçluyum. Kendi benliğimi ispatlama çabasıyla sürekli seni hırpaladığım için özür dilerim. Her zaman haklı olmayabilirsin ama bu bana seni yaralama hakkı vermiyor. Her şeyden önemlisi bugün bu satırları yazacak cesareti buluyorsam, benliğimi sorguluyorsam bu senin eserin. Anneler günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum…

30 Nisan 2017 Pazar

Uyanış ve Sesleniş





Dilerim bu yazı damağınızda öyle bir tat bıraksın ki hiç bitmesin hep artsın J
Uzak diyarlardan sesleniyorum size, belki de çok yakından, aynı gökyüzünün altında değil miyiz hepimiz; buda yakınlaştırmaz mı bizi birbirimize!!!
Haydi kalkma zamanı uyanmak gerek derin uykulardan. Kışlık giysileri rafa kaldırır gibi sıyrılmak gerek mahmur alışkanlıklardan…

Güneşi hissetmek gerek, nasılda gülümsüyor bütün sıcaklığıyla… Özlemle beklediğimiz baharı müjdeliyor sanki. Günebakanlar gibi yüzünüzü dönün güneşe, bilir misiniz? Güneş ne yöne dönerse günebakan da ona çevirir yüzünü…
Biliyorum bazılarınız kaybolduğunuz boşlukların içinde bu kadın ne diyor diye serzenişte bulunuyor. Ama hatırlatmak gerek bazen birbirimize hayatı…  Hiç ummadık bir anda bu satırları okuyorsanız eğer bir anlamı yok mudur sizce de… Hepimizin bir umutla zaman zaman tutunduğu şeyler yok mu?
Ya nefes almayı unutmuşuzdur…
Ya sevmeyi…
Güzeli görmeyi, çiçeği koklamayı…
Çok değil daha geçen bahar; rüzgar göremediğim yerlerden yasemin, iğde kokuları taşıyordu burnumdan ciğerlerime oradan da kalbime süzülüyordu bu büyülü koku… Bana bu güzelliği taşıyan havayı içime çekerken rüzgara-havaya teşekkür ederken buldum kendimi…

Nereden geliyordu bu muhteşem eşsiz tat, nasılda tüm benliğimi değiştiriyordu. Doyamıyordum bir türlü havayı koklamaya içime çekmeye… Neden, neye, kimeydi bu özlem?
Ama biliyordum ki değişen bendim.
Uzun zamandır nefes alamadığım, kaybolduğum kör kuyularda ki ışık hüzmesinin meyvelerini almaya başlamıştım. Kendi hayatımın meşalesini daha güçlü tutmayı-taşımayı öğrenmiştim.

Madem ki Yoga birleşmek – bütünleşmekti; bende birleşmeyi, bütünleşmeyi, tefekkür etmeyi ve gerektiğinde bırakmayı öğreniyordum. Gerçekte var olan   ben’i arıyordum buda özüme yaklaşmamı sağlıyordu.
İçimde kabaran kızgınlık ve öfkenin sebebine kulak verdiğimde asıl mutsuzluk veren sebebin odaklandığım-beni sürekli olumsuz yönde besleyen bilinç altım, karmam olduğunu fark ediyordum. O zaman bebek adımlarıyla-sebatla sürekli kendime hatırlattığım yolda devam etmeliydim.

Ya siz; hiç düşündünüz mü başka insanlara baktığınızda en çok hangi duyguyu okuyorsunuz yüzlerinde-gözlerinde?
Aslında başkalarında ilk fark ettiğiniz duygu-düşüncelerin en çok sahip olduğunuz  özellikleriniz olduğunu, en iyi tanıdığınız şeyleri çok hızlı fark ettiğinizi biliyor musunuz?
Değiştirmek istediğiniz şeyler yok mu hayatınızda? Başlamalısınız bir yerlerden, unutmayın! İçinizde büyük bir güç olduğunu hatırlayın.
Değiştirmekte en çok zorlandığınız şeyleri daha iyi kavradığınızı, hiç unutmadığınızı biliyor musunuz?
Fark etmeden tükettiğiniz nefesinizin sizi, canınızı nasıl ayakta tuttuğunu- hayata bağladığını.
O nefesle dengenizi bulduğunuzu, güvenle sağlam adımlarla yere bastığınızı.
Nasılda kendinden emin hayatın içine aktığınızı fark edersiniz…

Dönün yüzünüzü Güneşe -Aya, gökyüzüne…
Sevgiye, huzura, mutluluğa. Hiç bitmeyen hep yenilenen, sürekli değişen ama birbirlerine saygıyla kucak açan güne-geceye…
Güneş ve ay gibi olun, sahi hiç bakar mısınız gökyüzüne; ay nasılda her an değişiverir. Yarım ay, dolunay, yeni ay diye devam eden ve sürekli değişen bir hali vardır. Bunun biz insanlar(özellikle kadınlar)  üzerinde ki etkisini, kendinizin de sürekli değiştiğini fark ettiniz mi? Güneş nasılda mevsimlere göre renk değiştiriverir.
Ben sonbaharı güneşin kızıl ve buğulu bir hale dönüşmesinden hissederim. O kızılımsı rengi inanılmaz duygular taşır bu küçük bedenime ve ruhuma…

Hep hatırlarım; anneciğim sabahları gün doğarken dua ederdi. Şimdi bazı sabahları şükrederken bulunca kendimi aklıma geliverir yüzünü güneşe dönen annem. İnancın gücünü keşfettiğinizde ona sımsıkı sarılın-sarılın ki kendi gerçeğinizi keşfedin.
Hayat böyledir işte, kaybolursunuz madde ile manayı birleştiremediğiniz de, tek başına anlamsızlaşır tıpkı biz insanlar gibi…doğada ki her şeyin birbirine hizmet etmek için var olduğunu hatırlayın.

Onun için gelin bugün farkında olarak gülümseyin. Her kim olursa olsun karşınızdaki.
Bir iyilik yapın-mutlu edin hem kendinizi hem başkalarını…
Kaygılarınızı bir kenara bırakın bir süreliğine de olsa. Kaygılansanız da kaygılanmasanız da sonucu değiştiremeyeceksiniz inanın buna…
Hiç yapamıyorsanız bir yemek molası kadar vakit ayırın kendinize.
Hastalanmadan sağlığınızın kıymetini bilin.
Söylediğiniz her kelimenin büyüsünü fark edin. Sevin, kendinizi, başkalarını, hayvanı, ağacı, yeşili ve dahasını…

Ne demiş Sezen aksu “ ben her bahar aşık olurum” aşık olun iyidir aşk-herkese iyi gelir. 
 “ çünkü aşk en yüksek özgürlük biçimidir. Aşkın büyülü dokunuşuyla kadının yüzü, vücudunun kıvrımları, tüm alışkanlıkları, kendisinin olan her şey kısacası bütün varlığı gereklilik kazanır.  Aşk rastgele yaşamayı sona erdirir her şeyin farkına varırız.” Demiş üstat...

Benden söylemesi, istediğiniz şeylerle zenginleştirin gerisi size kalmış.
Sizce de;; mutluluğunuzu çoğalmanın zamanı gelmedi mi?
İzninizle bu aralar beni mest eden bir şeyle bitirmek istiyorum. Sevgiyle…

“ Om Namo Şivayame”

10 Nisan 2017 Pazartesi

Babam ve Çocukları



Mevsim kırlangıç mevsimiydi…

Babamın yaşlılığına tanıklık etmek bir çocuğun bebekliğe geçişine tanıklık etmek gibiydi… Zaman tersine dönmüştü sanki… Babamın gözlerindeki anlamı biliyordum; korku, özlem, pişmanlık ve sevgi… Bunlar sadece benim görebildiklerimdi çünkü son zamanlarda çok tanıklık etmiştim bu duygulara. Ama kim bilir o gözler daha nelere tanıklık etmişti.

Belki de hiç haberi olmayacaktı babamın, en çok yaşlılığında bana öğretmenlik yapacağından. Anne olmadığım halde anne çocuk ilişkisi yaşayacaktık biz onunla. Anlamadığı zamanlar hayretler içinde, 1 yaşındaki çocuğun şaşkın ifadeleriyle baktığında ona nasıl yaklaşacağımı, nasıl yönlendireceğimi öğrenecektim.

Bazen yapmak istemediği şeyleri, karşısında aynısını yaparak onunda sabırla katılmasını beklemeyi, bir yandan sabırlı olmama karşın, öbür yandan hep sabırsızca çırpınan bir tarafımı keşfedecektim…
Bir şeyi veya yemek yemeyi istemediğinde küçük molalar vermeyi, sonra dikkatini başka noktalara çekerek tekrar denemeyi…

Çevresinde yüksek sesle konuşulduğunda – bağırıldığında oyun alanı işgal edilmiş bir çocuk gibi tedirgin, ne yapabileceğini bilmeden panikle öfkelendiğini…
Ona kızdığım zamanlarda olacaktı elbet. Sonra bu duygumun ne kadar yersiz olduğunu fark edecektim. Babamın çocuk haliyle karşısındaki yetişkin ben’in çarpışmasının anlamsız ve adil olmayan bir çabadan ibaret olduğunu öğrenecektim…

Vücut ısısının ne kadar düştüğünü ve ölüm yaklaştıkça canı çekilmenin ne demek olduğu gerçeğini en sevdiklerim de yaşayacaktım çünkü ben büyürken ailemde dokunarak, sarılarak, öperek sevgiyi göstermeyi öğrenmiştim…

Üşüdüğünde kocaman nasırlı ellerini ellerimin arasına alıp ovarak ısıtmayı… İnsanın içi ısınmadan dışı da ısınmaz diyerek sıcak şeyler içirmeyi…
Anne-babamı her ziyaretimden sonra ayrılık sırasında çenesi titreyerek gözlerinde yaşlarla uğurlandığım zamanlar kalacaktı aklımda…

Sevgiye, aslında kaç yaşında olursak olalım hepimizin sevgiye ne kadar muhtaç olduğuna-olduğumuza tanıklık edecektim…

İnsanların hey gidi Sabit, bir zamanlar neydin dediklerinde kendilerinin  neler yaşayabileceklerini düşünmediklerini yada içten içe hiç yaşlanmayacakmış hislerine içimden; ya siz, siz neler yaşayacaksınız hiç tahmin edebilir misiniz diye isyan edecektim bazen sesli bazen sessizce.

Arada bir konuşmaya çalıştığında anlamakta zorluk çekip, ne söylediğini tahmin etmeye çalışarak cevap verecektim. Ama çocuklarına-bize sürekli söylediği, miras gibi bıraktığı bir nasihatı vardı babamın “ birbirinizi kırmayın, kıymetini bilin, sevin, sayın” bunu söylerken hiç dili sürçmeden tekrar ediyordu. Çünkü bu onun ailesinde sessizce devam eden bir gelenekti sanki.

Oda herkes gibi genç olmuştu bir zamanlar, belki de hiç yaşlanmayacağını bile düşünmüştü. Ama benim – bizim babamızdı işte…
Annemin babama karşı özverisinin ve sabrının sanki bu hayattaki-hayatındaki misyonu olduğunu keşfediyordum. Uzaklarda olan çocuklarının hayatları karışmasın diye hiçbir şey sezdirmeden her zorluğa tek başına göğüs germesine.

Çok çocuk yetiştirmişti annem ve babam, yeğenleri, çocukları, torunları. Herkesin hayatına biraz ucundan biraz köşesinden dokunmuşlardı. Kim ne düşünür bilemem ama özverili oldular hep. Bunu bize de miras gibi bırakmayı ihmal etmediler.  Uzun yıllardır hep yapayalnız yaşadılar. Buda insanların hayatındaki belirsizliğe iyi bir örnekti işte.


Hayatımın uzun yıllarını onlardan uzakta yaşamıştım. Öncesinde de çocuk sayılırdım. Şimdi ise savunmasız ve ihtiyaç duyan bir çocuktu babam, şimdiki anılarımız daha yeni ve daha yakın zamandı. Bu nedenle; onun dinç ve sağlıklı halini çok hatırlamayacaktım çünkü hafızam yakın zamanda biriktirdiğim anılarla çok doluydu.

Hafızamın bir yerinde hep o uzun boylu, güçlü erdem sahibi adam vardı. Eskiden olsa elimden alındığı için çok kızardım. Ama bu kırılgan çocuğun misyonu bambaşkaydı. Aynı hikayenin içindeki iki farklı kahramandı benim babam. Biz babamla her seferinde farklı duyguların-tecrübelerin çemberinden geçiyorduk artık.
Ama eskiye dair hiç unutmayacağım bir şey vardı; “bizi öperek kafamızı göğsüne koyan, ciğerim diyen taa o derinlerden gelen iç çeker gibi ses” onun için ciğerim kelimesi hayatım boyunca hiç tarif edemeyeceğim anlamlar taşıyacaktı benim- bizim için…

Bütün bencil insanlar gibi ben de isteyecektim ki; babam hem acı çekmesin hemde ölmesin...
Belki babam bilmezdi ama ben biliyordum ki babamla ilişkim artık sadece baba kız ilişkisi değil birazda anne çocuk ilişkisiydi ve zaman sanki tersine dönmüştü…


Babam belki hiç bilmeyecekti; onunla yaşadığımız anılarımız artık en önemli başucu kitabım olacaktı ve her aklıma geldiğinde acaba bana ne diyecek düşüncesiyle gelişigüzel bir sayfayı açıp okuyacağımı… belki de bilirdi. 

Bu güne ve geleceğe yazılmış satırlardan sevgilerimle...

15 Şubat 2017 Çarşamba

40 ve Kırk'lanmak…

Ve ben 40 yaşındayım. Aklıma geliyor birden neden ölülerin kırkını verirler diye soruyorum kendime? Zira baktığım kaynaklarda beni tatmin eden bir açıklama göremedim henüz. Yurdum insanı bunu doğan çocuğa da - ölen insana da yaptığına göre bir anlamı olsa gerek. Buradan benim payıma ne düşer bilmiyorum tabiJ

Bu doğum günümde başkaları ile ilgili beklentilerimin iyice azalmış olduğunu fark ettim. Buda bana kendimi çok iyi hissettirdi. Çünkü ne kadar az beklenti o kadar az hayal kırıklığı demekmiş, hayat ve deneyimler bize öğretiyor bunları. Hem ben bu duyguları yaşarken baktım en olmadık insanlardan bana mesajlar gelmiş.

Madem bende bu evrenin zerresiysem başka bir zerre beni hatırlıyorsa elbet mutlu olurdum ama hatırlamaması artık bana mutsuzluk vermemeliydi. Bunu neden söylüyorum çünkü bu duyguların içinden bende geçmiştim. Kendisi doğum günü kutlamalarına karşı olan kocam bile, taa Rusya’lardan iki kez aramış beni daha telefonumu açmamışken (kendi yogamı yapıyorken) mesaj bile bırakmış. Gülersiniz tabi; kendisi yanımdayken bile böyle şeyleri çok umursamadığını her fırsatta söyler.

Vakit gece yarısını geçerken benim canım ailemden gelen mesajlar, sabah gelen telefonlar, hiç vefası bitmeyen dostlar, yazsam mı yazmasam mı diye düşünen insanlar…

On çocuğundan biri olduğum ve beni ne zaman doğurduğunu bile hatırlayamayan anneciğim. Aa sanmayın ki ona kızgınım inanın öyle zor bir yaşamın içinde siz kendinizi bile hatırlayamazdınız.

Evrim’im dünya güzelim demiş bana uzaklardan bir dost sesi. Hep utanırdım ben iltifatlardan inandırıcı olmazdı. Çünkü çirkin bir çocukmuşum küçükken. Bilinç altı dedikleri böyle bir şey işte, tabi büyüyünce çirkin Ördek yavrusundan Kuğu’ya dönüştüğüm söylenemez ama bir yandan güzel olmayı hep istedim içten içe… Geçenlerde eski fotoğrafları karıştırırken aa fena değilmişim deyiverdimJ

Büyüdüm ben artık ve büyümeye devam edeceğim. Ne kadar daha bu fani dünyayı keşfetmeye fırsatım olur bilmiyorum ama en iyisini yapmaya niyet ediyorum. Zira benim için kayıpların (hayatımdan eksilenlerin) çok olduğu bir yıl oldu. Kabuklarım artık çatlamaya başladı ve buna engel olmakta istemiyorum. Daha kısa bir süre önce 20 yaşındaki kız çocuğu, 40 yaşında olduğumu duyunca şaşırarak bana;  “gerçekten mi nasıl bir şey 40 yaşında olmak, ben çok korkuyorum yaşlanmaktan deyince” 20 yaşındaki kendimi gördüm o çocukta. Çünkü bende o yaşlarda en çok yaşlanmaktan korkardım.

O ne hissetti bilemem ama cevabım benim için çok gerçekti “çok güzel bir duygu, eskiden bir kargaşa içinde kendimi tanımadan, sürekli hırpalayarak-eleştirerek geçirmişim hayatımı. Hiç sevmemişim hep başkaları tarafından kabul görmek için yaşamışım sanki. Ama şimdi kendimi önemsemeyi, dinlemeyi, sevmeyi öğreniyorum dedim.” Gerçekten de öyleydi farkına varmadan tükettiğim hayatımla artık yüzleşmiştim. Kendime şefkatle yaklaşmayı öğreniyordum. Eskiden değişimden korkan ben artık bundan keyif almaya başladım. Her keşfettiğim ben ayrı bir heyecan, yeni bir yolculuktu.

Şimdi artık korkularla bezenmiş o küçük kızın elinden tutmuş büyümüş bir kadın var. İkimiz de biriktirdiklerimizi heybelerimize doldurduk ve sırtımıza attık. İkimizde biliyoruz ki bu yolculukta birlikte yürümediğimiz sürece hep eksik kalacağız.
   
Ve ben o küçük kıza diyorum ki;

Haydi kalk çocuk zaman korku zamanı değil. Bu hayatın hakkını vererek yaşamasını bileceksin. Sağlam adımlarla basmak gerek yere, korktuğun her şeyin gölgesinden sıyrılma zamanı. Senin yaşadıkların benim tecrübelerim oldu. Ben artık senin yaralarını saracak, seni koruyacak kadar büyüdüm. Daha bir güvenle gülümseyerek bakıyor bana o çocuk. Avucumdaki el küçük olsa da bana olan inancı güç veriyor.

Fark ediyorum ki ben o küçük kızı sevdikçe o daha da hızlı iyileşiyor – daha cesur davranıyor. Eksik parçalarımızı tamamlıyoruz bu hayatta…

Hepinize kucak dolusu sevgiler gönderiyor ve teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız bana kattığınız değerler için çok teşekkür ediyorum…

Beni fark ettiğiniz, hayatınızda yer verdiğiniz için teşekkür ediyorum…

Sizinde eksik parçalarınızı tamamladığınız bir hayatınız olsun…

İçiniz sımsıcak sevgi dolu, sağlık mutluluk dolsun…

Sevdikleriniz sevenleriniz olsun…


Siz şimdi bu yazıyı okuya durun ben de Yoga dersime gideyim…

6 Şubat 2017 Pazartesi

Detox ile imtihanım…




Ve aylardan Nisan 2016
Bunları neden anlatıyorum çünkü hepimiz başkalarının deneyimlerinden bir parça yaşamışızdır. Çevremizdeki insanlar kendi yaşadıklarını anlatırken size de oluyor mu? “ Aaa bende aynı şeyleri hissetmiştim diye” bakalım siz de kendinizden bir parça bulabilecek misiniz? Bu yazıyı okurken.J
Ne zamandır niyet ediyordum bir ara detox yapmam gerektiğine dair.  Artık beden tipim de değişmeye başlamıştı. Yoganın kardeş bilim dalı Ayurveda’da vata- pitta beden tipimde kappa’m yükselmeye başlamıştı ve eğer bunları dengelemezsem daha çok değişim ile karşılaşmayı ve sızlanmayı sürdürecektim. 
Ama ertelemek için seyahate çıkmak, hazır hissetmemek, şu zamanda geçsin ondan sonra gibi bir sürü sebep sayabilirim fakat ayrıntıları sizleri sıkmasın bence de çok uzatmayayım…

Nedense kilo aldığıma dair bir sızlanma hali oluşmuşken bende, dünya tatlısı homeopati doktorum Bilge hanıma bu durumdan yakınıyorum. Ama bir yandan da çok yemediğime dair savunma mekanizması geliştiriyorum. Oda, vücudumda  ödem biriktiğini ve detox yapmam gerektiğini salık veriyor hemencecik. Peki tamam da bu detox nedir? Hayvansal gıdalar karbonhidrat yok, (peynir, süt, et, ekmek vs...) yani sadece lahana, maydanoz, dereotu, taze soğan, fasülye  ve günde 3 hurma.  
Hemen aklımdan geçen ilk düşünce neyse ki 3 gün diye avutuyorum kendimi. Yoksa düşüncesi bile ürkütücü geliyor. Bütün bunları 3 gün boyunca yapıp sonra bana yazın demesi üzerine başladı bizim hikayemiz.

Ben kendimi açlığa dirençli sanırdım, gerçekten de öyleydim. Fakat son bir yıldır acıkacağım düşüncesiyle önlem almaya çalışırken buluyordum kendimi ve eskiden tatlı sevmeyen ben artık tatlı  arar olmuştum. Buna kıtlık bilinci mi dersiniz yada artık başka ne yorum getirirseniz size kalmış. Evet gerçekten kıtlık bilinci diye bir duygu hali var (biraz farklı olsa da) kendinizi önlem alırken buluyorsunuz maalesef ve biz insanlar bunun yanlış olduğunun farkına varmadan ömürlerimizi tüketebiliyoruz. Neyse ki farkına varırsanız eğer bu deneyimler hayatınıza inanılmaz katkıda bulunuyor.

Başladım başlamasına ama zihnim yarışta dört nala giden at misali… sürekli aklımda yemek ve acıktım duygusu, aslında biliyorum bu gerçek değil, yalancı bir duygu ve düşünmek istemedikçe daha da çok içinde kaybolmuş buluyorum kendimi. Akşamdan sabaha acıkacağınızı ve ne yiyeceğim diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi. 2 gün sonra yazıyorum doktoruma çünkü üçüncü gün hafta sonu araya girecek, ya cevap yazmazsa ben ne yaparım. Ne komik değil mi sanki açlıktan öleceğim … Bana tatlı bir sürpriz yapıyor kendisi; devam et 21 gün diye belirtiyor… müthiş bir telaşla açlıktan kafam döndü diyorum gülüyor bana tabi ki... (şanslıyım ki 40 gün dememiş) Bir güzellik yapıyor, farklı sebzeler ve tahıllar dahil oluyor hayatıma ve ben kıtlıktan bolluğa terfi etmiş yeni ünvanımla aşırı mutlu olmuş hissediyorum kendimi. Bu arada Sevgili hocam Defne Suman ile Shadow yoga eğitimim başlamış, sanki aç olursam iyi yapamayacakmışım gibi endişeleniyorum halbuki tam tersi aç karınla ne kadar iyi yoga yapıldığını keşfedeli epey zaman oldu. Eğitimden sonra dışarıda arkadaşımla kahvaltı  fikri hayal oldu bu durumda çünkü her şeyi yiyememek sanki dışarıda geçireceğim aktivitelere engelmiş gibi hissediyorum.

Sahilde yürüyüş yaparken, balık lokantasının önünden geçerken ne kadar güzel koktuğu ve detoxum biter bitmez hemen balık yenmesi gibi sözler verirken buluyorum kendimi… Bir insan sürekli aç olabilir mi, hep yemek düşünebilir mi?  … Yani o kadar mağdurum ki J

Ama evren sanki beni denercesine her şeyi taşıyor bana, kulak veriyorum kendime çünkü yaşadığım duygu ve düşünceler beni belki bir belki birkaç adım öteye taşıyacak nitekim öylede oluyor. Sabah saat 7’de başlayacak eğitimim için 6’da yollara düşüyorum. Nedense bu gün sessiz olmak istemiyorum,  kulağıma başka sesler gelsin müzik dinleyeyim. Radyoyu açtığım anda sarımsaklı, tavuklu bulgur pilavı tarifi ile karşılaşıyorum. Algıda seçicilik böyle bir şey olmalı gülüyorum bu duruma çünkü bir yandan çok eğlendiğimi fark ediyorum. Sabahın 6 buçuğunda kim pilav tarifi verebilir ki yoksa bu bana bir mesaj mı?… kanalları değiştirirken kulağıma tatlı bir melodi geliyor. Sözler çok anlamlı…

“ biz hiç beceremedik sevmeyi de terketmeyi de
“ kendimize sahip çıkıp dünyayla yüzleşmeyi de
“ Korktuğumuz o gözlerin karşısında direnmeyi de
diye devam ediyor grup Model…

Gerçekten böyle mi beceremiyor muyuz! Dünyada yaşanan bütün bu kavgalar, savaşlar, insanların açlığı, kanlı ölümler vs… Doğuda (yasaklı şehirlerde) yaşanan kanlı savaşı düşünürken bazı insanların acımasız bir şekilde hak etmek üzerine yaptığı yorumlar beni öfkelendiriyor. Oysa aynı insanlar trafikte yaşadıkları basit şeyler için bile öfkeden kendini kaybedip adam öldürebiliyorlar veya basit konularda bile nasılda vahşileşebiliyorlar. Hep merak etmişimdir; neden dünyaya sığamıyoruz, aynı gökyüzünün altında yaşamayı becerememek neden?

Böyle zamanlarda mutlu anlarımı sorgularken buluyorum kendimi. Bu mutluluk duygusu bir anda suçluluk duygusuna dönüşüveriyor hemencecik. Böylece yaşadığım açlık duygusunun ne kadar anlamsız ve yüzeysel olduğu ile yüzleşiyorum…

Bir yandan İçim kıpır kıpır tatlı bir mutluluk, kendimi bir yelkenli gibi hissediyorum. Artık rüzgara karşı durmaktansa onunla birlikte hareket etmeyi öğreniyorum. Sanırım bu hayatın akışı içinde kendimi dinlemenin verdiği sonuç, farkındalık bu mu gerçekten yoksa daha derin anlamlar mı yüklü bu kelimede daha bunun üzerine düşünecek çok zaman var diye düşünüyorum hemen arkasından beklide yok diyorum kendime…

Dedim ya at gibi dört nala koşan bir zihne sahibim ben eskiden sürekli kendime kızan eleştiren ben, kendime biraz daha insaflı davranmaya karar verdim. Zaman geçtikçe yemek konusunda da böyle olmaya başladı sanırım.

Günler geçtikçe açlığım azalıyor yasaklarımın verdiği dayanılmaz sandığım duyguların yerini bir hafiflik alıyor. Açlığın tokluktan daha rahatlatıcı olduğunu fark etmeye başlıyorum. Aslında hepimizin bir avuç yiyecekle doyabildiğimizi fark ediyorum. Boşuna dememişler ne yerseniz o’sunuz diye 21 gün sonra yumuşak bir geçişle normal hayata dönerken insan olmanın özünde ne kadar meşakatli bir şey olduğunu bir kez daha anlıyorum. Bir sürü bahaneler yaratırsınız kendinize ama kendinizde değiştiremeyeceğiniz hiçbir şey yokmuş aslında sadece istemek gerekiyormuş. Kimselere nasihat veremem ama naçizane önerim:  hayatınızda hiçbir şeyi değiştiremiyorsanız beslenme alışkanlığınızı değiştirin inanın o bile küçük mucizeler yaratıyor sadece kendinize zaman vermeniz gerekiyormuş. Bu deneyim daha sonra yaptığım şekersiz- glutensiz beslenme için çok güzel bir hazırlık oldu diyebilirim… Aklıma öğrencimin sorduğu soru geliyor; hocam yoga zayıflatır mı? Şöyle bir bakıyorum evet zayıflatır desem çok havada bir cevap olacak…” Evet zayıflatır, hani aşık olursunuz ya karnınıza ağrılar girer ve iştahınız kesilir. Çünkü hayatınızda duygusal bir tatmin-tokluk hissettiğiniz için fiziksel açlık hissetmezsiniz. İşte yogada öyle bir şey ama kendinize zaman vermeyi bilmelisiniz demiştim.”

Eee o zaman hepimize aşk olsun diyelim öyle değil mi…

 Ha bu arada hiç kilo kaybım olmadı artık açlık korkusu ile nasıl yemişsem J Sevgiyle kalın mutlu olun…