30 Nisan 2017 Pazar

Uyanış ve Sesleniş





Dilerim bu yazı damağınızda öyle bir tat bıraksın ki hiç bitmesin hep artsın J
Uzak diyarlardan sesleniyorum size, belki de çok yakından, aynı gökyüzünün altında değil miyiz hepimiz; buda yakınlaştırmaz mı bizi birbirimize!!!
Haydi kalkma zamanı uyanmak gerek derin uykulardan. Kışlık giysileri rafa kaldırır gibi sıyrılmak gerek mahmur alışkanlıklardan…

Güneşi hissetmek gerek, nasılda gülümsüyor bütün sıcaklığıyla… Özlemle beklediğimiz baharı müjdeliyor sanki. Günebakanlar gibi yüzünüzü dönün güneşe, bilir misiniz? Güneş ne yöne dönerse günebakan da ona çevirir yüzünü…
Biliyorum bazılarınız kaybolduğunuz boşlukların içinde bu kadın ne diyor diye serzenişte bulunuyor. Ama hatırlatmak gerek bazen birbirimize hayatı…  Hiç ummadık bir anda bu satırları okuyorsanız eğer bir anlamı yok mudur sizce de… Hepimizin bir umutla zaman zaman tutunduğu şeyler yok mu?
Ya nefes almayı unutmuşuzdur…
Ya sevmeyi…
Güzeli görmeyi, çiçeği koklamayı…
Çok değil daha geçen bahar; rüzgar göremediğim yerlerden yasemin, iğde kokuları taşıyordu burnumdan ciğerlerime oradan da kalbime süzülüyordu bu büyülü koku… Bana bu güzelliği taşıyan havayı içime çekerken rüzgara-havaya teşekkür ederken buldum kendimi…

Nereden geliyordu bu muhteşem eşsiz tat, nasılda tüm benliğimi değiştiriyordu. Doyamıyordum bir türlü havayı koklamaya içime çekmeye… Neden, neye, kimeydi bu özlem?
Ama biliyordum ki değişen bendim.
Uzun zamandır nefes alamadığım, kaybolduğum kör kuyularda ki ışık hüzmesinin meyvelerini almaya başlamıştım. Kendi hayatımın meşalesini daha güçlü tutmayı-taşımayı öğrenmiştim.

Madem ki Yoga birleşmek – bütünleşmekti; bende birleşmeyi, bütünleşmeyi, tefekkür etmeyi ve gerektiğinde bırakmayı öğreniyordum. Gerçekte var olan   ben’i arıyordum buda özüme yaklaşmamı sağlıyordu.
İçimde kabaran kızgınlık ve öfkenin sebebine kulak verdiğimde asıl mutsuzluk veren sebebin odaklandığım-beni sürekli olumsuz yönde besleyen bilinç altım, karmam olduğunu fark ediyordum. O zaman bebek adımlarıyla-sebatla sürekli kendime hatırlattığım yolda devam etmeliydim.

Ya siz; hiç düşündünüz mü başka insanlara baktığınızda en çok hangi duyguyu okuyorsunuz yüzlerinde-gözlerinde?
Aslında başkalarında ilk fark ettiğiniz duygu-düşüncelerin en çok sahip olduğunuz  özellikleriniz olduğunu, en iyi tanıdığınız şeyleri çok hızlı fark ettiğinizi biliyor musunuz?
Değiştirmek istediğiniz şeyler yok mu hayatınızda? Başlamalısınız bir yerlerden, unutmayın! İçinizde büyük bir güç olduğunu hatırlayın.
Değiştirmekte en çok zorlandığınız şeyleri daha iyi kavradığınızı, hiç unutmadığınızı biliyor musunuz?
Fark etmeden tükettiğiniz nefesinizin sizi, canınızı nasıl ayakta tuttuğunu- hayata bağladığını.
O nefesle dengenizi bulduğunuzu, güvenle sağlam adımlarla yere bastığınızı.
Nasılda kendinden emin hayatın içine aktığınızı fark edersiniz…

Dönün yüzünüzü Güneşe -Aya, gökyüzüne…
Sevgiye, huzura, mutluluğa. Hiç bitmeyen hep yenilenen, sürekli değişen ama birbirlerine saygıyla kucak açan güne-geceye…
Güneş ve ay gibi olun, sahi hiç bakar mısınız gökyüzüne; ay nasılda her an değişiverir. Yarım ay, dolunay, yeni ay diye devam eden ve sürekli değişen bir hali vardır. Bunun biz insanlar(özellikle kadınlar)  üzerinde ki etkisini, kendinizin de sürekli değiştiğini fark ettiniz mi? Güneş nasılda mevsimlere göre renk değiştiriverir.
Ben sonbaharı güneşin kızıl ve buğulu bir hale dönüşmesinden hissederim. O kızılımsı rengi inanılmaz duygular taşır bu küçük bedenime ve ruhuma…

Hep hatırlarım; anneciğim sabahları gün doğarken dua ederdi. Şimdi bazı sabahları şükrederken bulunca kendimi aklıma geliverir yüzünü güneşe dönen annem. İnancın gücünü keşfettiğinizde ona sımsıkı sarılın-sarılın ki kendi gerçeğinizi keşfedin.
Hayat böyledir işte, kaybolursunuz madde ile manayı birleştiremediğiniz de, tek başına anlamsızlaşır tıpkı biz insanlar gibi…doğada ki her şeyin birbirine hizmet etmek için var olduğunu hatırlayın.

Onun için gelin bugün farkında olarak gülümseyin. Her kim olursa olsun karşınızdaki.
Bir iyilik yapın-mutlu edin hem kendinizi hem başkalarını…
Kaygılarınızı bir kenara bırakın bir süreliğine de olsa. Kaygılansanız da kaygılanmasanız da sonucu değiştiremeyeceksiniz inanın buna…
Hiç yapamıyorsanız bir yemek molası kadar vakit ayırın kendinize.
Hastalanmadan sağlığınızın kıymetini bilin.
Söylediğiniz her kelimenin büyüsünü fark edin. Sevin, kendinizi, başkalarını, hayvanı, ağacı, yeşili ve dahasını…

Ne demiş Sezen aksu “ ben her bahar aşık olurum” aşık olun iyidir aşk-herkese iyi gelir. 
 “ çünkü aşk en yüksek özgürlük biçimidir. Aşkın büyülü dokunuşuyla kadının yüzü, vücudunun kıvrımları, tüm alışkanlıkları, kendisinin olan her şey kısacası bütün varlığı gereklilik kazanır.  Aşk rastgele yaşamayı sona erdirir her şeyin farkına varırız.” Demiş üstat...

Benden söylemesi, istediğiniz şeylerle zenginleştirin gerisi size kalmış.
Sizce de;; mutluluğunuzu çoğalmanın zamanı gelmedi mi?
İzninizle bu aralar beni mest eden bir şeyle bitirmek istiyorum. Sevgiyle…

“ Om Namo Şivayame”

10 Nisan 2017 Pazartesi

Babam ve Çocukları



Mevsim kırlangıç mevsimiydi…

Babamın yaşlılığına tanıklık etmek bir çocuğun bebekliğe geçişine tanıklık etmek gibiydi… Zaman tersine dönmüştü sanki… Babamın gözlerindeki anlamı biliyordum; korku, özlem, pişmanlık ve sevgi… Bunlar sadece benim görebildiklerimdi çünkü son zamanlarda çok tanıklık etmiştim bu duygulara. Ama kim bilir o gözler daha nelere tanıklık etmişti.

Belki de hiç haberi olmayacaktı babamın, en çok yaşlılığında bana öğretmenlik yapacağından. Anne olmadığım halde anne çocuk ilişkisi yaşayacaktık biz onunla. Anlamadığı zamanlar hayretler içinde, 1 yaşındaki çocuğun şaşkın ifadeleriyle baktığında ona nasıl yaklaşacağımı, nasıl yönlendireceğimi öğrenecektim.

Bazen yapmak istemediği şeyleri, karşısında aynısını yaparak onunda sabırla katılmasını beklemeyi, bir yandan sabırlı olmama karşın, öbür yandan hep sabırsızca çırpınan bir tarafımı keşfedecektim…
Bir şeyi veya yemek yemeyi istemediğinde küçük molalar vermeyi, sonra dikkatini başka noktalara çekerek tekrar denemeyi…

Çevresinde yüksek sesle konuşulduğunda – bağırıldığında oyun alanı işgal edilmiş bir çocuk gibi tedirgin, ne yapabileceğini bilmeden panikle öfkelendiğini…
Ona kızdığım zamanlarda olacaktı elbet. Sonra bu duygumun ne kadar yersiz olduğunu fark edecektim. Babamın çocuk haliyle karşısındaki yetişkin ben’in çarpışmasının anlamsız ve adil olmayan bir çabadan ibaret olduğunu öğrenecektim…

Vücut ısısının ne kadar düştüğünü ve ölüm yaklaştıkça canı çekilmenin ne demek olduğu gerçeğini en sevdiklerim de yaşayacaktım çünkü ben büyürken ailemde dokunarak, sarılarak, öperek sevgiyi göstermeyi öğrenmiştim…

Üşüdüğünde kocaman nasırlı ellerini ellerimin arasına alıp ovarak ısıtmayı… İnsanın içi ısınmadan dışı da ısınmaz diyerek sıcak şeyler içirmeyi…
Anne-babamı her ziyaretimden sonra ayrılık sırasında çenesi titreyerek gözlerinde yaşlarla uğurlandığım zamanlar kalacaktı aklımda…

Sevgiye, aslında kaç yaşında olursak olalım hepimizin sevgiye ne kadar muhtaç olduğuna-olduğumuza tanıklık edecektim…

İnsanların hey gidi Sabit, bir zamanlar neydin dediklerinde kendilerinin  neler yaşayabileceklerini düşünmediklerini yada içten içe hiç yaşlanmayacakmış hislerine içimden; ya siz, siz neler yaşayacaksınız hiç tahmin edebilir misiniz diye isyan edecektim bazen sesli bazen sessizce.

Arada bir konuşmaya çalıştığında anlamakta zorluk çekip, ne söylediğini tahmin etmeye çalışarak cevap verecektim. Ama çocuklarına-bize sürekli söylediği, miras gibi bıraktığı bir nasihatı vardı babamın “ birbirinizi kırmayın, kıymetini bilin, sevin, sayın” bunu söylerken hiç dili sürçmeden tekrar ediyordu. Çünkü bu onun ailesinde sessizce devam eden bir gelenekti sanki.

Oda herkes gibi genç olmuştu bir zamanlar, belki de hiç yaşlanmayacağını bile düşünmüştü. Ama benim – bizim babamızdı işte…
Annemin babama karşı özverisinin ve sabrının sanki bu hayattaki-hayatındaki misyonu olduğunu keşfediyordum. Uzaklarda olan çocuklarının hayatları karışmasın diye hiçbir şey sezdirmeden her zorluğa tek başına göğüs germesine.

Çok çocuk yetiştirmişti annem ve babam, yeğenleri, çocukları, torunları. Herkesin hayatına biraz ucundan biraz köşesinden dokunmuşlardı. Kim ne düşünür bilemem ama özverili oldular hep. Bunu bize de miras gibi bırakmayı ihmal etmediler.  Uzun yıllardır hep yapayalnız yaşadılar. Buda insanların hayatındaki belirsizliğe iyi bir örnekti işte.


Hayatımın uzun yıllarını onlardan uzakta yaşamıştım. Öncesinde de çocuk sayılırdım. Şimdi ise savunmasız ve ihtiyaç duyan bir çocuktu babam, şimdiki anılarımız daha yeni ve daha yakın zamandı. Bu nedenle; onun dinç ve sağlıklı halini çok hatırlamayacaktım çünkü hafızam yakın zamanda biriktirdiğim anılarla çok doluydu.

Hafızamın bir yerinde hep o uzun boylu, güçlü erdem sahibi adam vardı. Eskiden olsa elimden alındığı için çok kızardım. Ama bu kırılgan çocuğun misyonu bambaşkaydı. Aynı hikayenin içindeki iki farklı kahramandı benim babam. Biz babamla her seferinde farklı duyguların-tecrübelerin çemberinden geçiyorduk artık.
Ama eskiye dair hiç unutmayacağım bir şey vardı; “bizi öperek kafamızı göğsüne koyan, ciğerim diyen taa o derinlerden gelen iç çeker gibi ses” onun için ciğerim kelimesi hayatım boyunca hiç tarif edemeyeceğim anlamlar taşıyacaktı benim- bizim için…

Bütün bencil insanlar gibi ben de isteyecektim ki; babam hem acı çekmesin hemde ölmesin...
Belki babam bilmezdi ama ben biliyordum ki babamla ilişkim artık sadece baba kız ilişkisi değil birazda anne çocuk ilişkisiydi ve zaman sanki tersine dönmüştü…


Babam belki hiç bilmeyecekti; onunla yaşadığımız anılarımız artık en önemli başucu kitabım olacaktı ve her aklıma geldiğinde acaba bana ne diyecek düşüncesiyle gelişigüzel bir sayfayı açıp okuyacağımı… belki de bilirdi. 

Bu güne ve geleceğe yazılmış satırlardan sevgilerimle...