3 Haziran 2017 Cumartesi

Şehirler–Sokaklar–İnsanlar

Foto: EK "Ayasofya" 

En çok şehirlerin sokaklarını umarsızca hesapsızca gezmeyi severim. Nereye gideceğimi düşünmeden, plan yapmadan. Sanki bu şehirlerin doğası ve sokakları bana insanlarını anlatır. Her şey ayrı bir dokunuştur. Kaldırımlar, sokaklar, binalar, bambaşka pencerelerden hayata-insana bakmak sanki …  

Trabzon’dayım, 3 gün sonra nihayet kendimi sokağa attım. Kulağımda Aytekin Ataş’ın Gitsen de şarkısı;  "Yollar nereye götürecek seni” diyor. Kendisini pek severim aynı toprağın insanı olmaktan mı bilmiyorum.
Yolculuğum sırasında bir yanı dağlarla çevrili, fırça darbelerini andıran yeşillikler. Diğer yanda ise uçsuz bucaksız Karadeniz’in hakim olduğu sahil yolunda ilerlerken ne kadar muhteşem diye düşünmüştüm. Sabah güneşi gözlerimden kalbime süzülürken bana fısıldıyordu sanki; uyan! bu güzelliği kaçırmamalısın diye… Fakat Karadeniz hakikaten şahsına münhasır şekilde KARA bir denizmiş. Gidenler bilirler Ege ve Akdeniz’in mavisi, gökyüzünün mavisi ile kavuşan iki sevgiliyi andırır. Bakmaya doyamazsınız en kasvetli ruh bile yumuşayıp şair olabilir.:)

Şehirde az da olsa eski Rum binaları hala bulunmakta. Bazı sokaklardaki Arnavut kaldırımları kendini korumuş.  Üstünde yürürken acaba kaç nesil tanıklık etmiştir diye düşünmeden edemiyorum. Öyle bir his ki yumuşak bir tene, sevdiğim birine dokunur gibi yürüyorum. 
Devam ediyorum yoluma sahile inmek gerek. Deniz hep keyif – huzur-sonsuzluk karışımı bir duygu verir bana. İçimde ki bu deniz aşkı nereden geliyor ben bile şaşırıyorum.
Yürüyerek sahile iniyorum. Uçsuz bucaksız denize bakarken yarattığı sonsuzluk duygusu muhteşem hissettiriyor insana… kıyıya yakın sular çok bulanık ve balçık kokusu yayılıyor etrafa. İnsanın yaşadığı her yer kirlenmeye mahkum diye düşünmeden edemiyorum.

Hırçınlığıyla anılan Karadeniz’e bakarken; dağlar ve deniz ararsında sıkışmış bu coğrafya da yaşayan insanoğlunun doğasını anlamaya çalışıyorum. O sıkışmışlık hissinin etkisi şehrin insanına da yansımış sanki... En ufak bir şeye karşı hemen bir (bazen saldırganlığa varan) savunma hali.  
Kendi doğasındaki bu dalgalanmayı denizin heybetine bağlayarak övünç kaynağı olarak görmeleri beni düşündürüyor. Acaba bu durum; kendi halinden memnun olduğundan mı yoksa memnuniyetsizliğini savunma ihtiyacından mı bu insanlarda?…

Bu sıkışmışlık hissi ve övündükleri mizaçları onlar için çok yorucu olsa gerek. Hırçın ve dalgalı mizaçları için hiç düşündüler mi acaba? Koca dalgaların kıyıya vururken parçalanarak minik su damlalarına dönüşmesi gibi insanoğlu da sürekli değişiyor-parçalanıyor-dönüşüyor.
Aslında hepimiz hayatımızın bir dönemi parçalara ayrılıyoruz. Ama önemli olan hikayemizi doğru tamamlamak. Bu kentin insanının işi zor olsa gerek. Havanın sürükleyici haliyle suyu harekete geçirdiğini var sayarsak. Arada bir lodosa maruz kaldığımda dengemi yitirdiğimi düşününce bu insanlar için hayat zor olmalı… Tabi ki bu hallerinden memnun olmalarını saymazsak.
Ama aşırı memnuniyet bizi hatalara sürükler. Göremeyiz başka güzellikleri, narsizm; başkaları ile aramıza kalın duvarlar örer ve biz sadece kayıplarımızdan dolayı haklı nedenler bulmaya çalışarak tükeniriz bazen…

Yıllar sonra bu şehrin sokaklarını tek başıma dolaşırken aklımda kalbimde sadece bir boşluk, sanki hiç bir şey hissetmiyorum. Oysa ben bu şehirde iki insanı arkamda bıraktım. Acı çekmiştim, yada acı olduğunu sanmıştım. Şimdilerde aklıma gelince olması gereken buymuş diyerek kabullenip yoluma devam ediyorum. Eskiden olsa tutamazdım kendimi, o boşluğu doldurma çabasıyla insanları aramak isterdim. Şimdilerde içimde özlemin anlamı değişiyor kulak veriyorum kendime. Kendi eksik parçalarımı başkalarında tamamlamanın bir kandırmaca dan ibaret olduğunu biliyorum.
Değişimin adı bu olsa gerek, yaşadıklarımızla, korkularımızla büyüyoruz. Aklıma eski bir hocamın sözleri geliyor” su akar yatağını bulur.”

Duygularımın yoğunluğuyla tamda istediğim gibi sokak arasındaki Bahçe Kafe’ye oturuyorum. Sağ tarafımda 1889’lu yıllarda Mühendis Kakudilis tarafından yapılmış Rum binası, bütün gücü ve heybetiyle zamana meydan okuyor.Türkiye’de kurulan ilk erkek öğretmen okullarından biri olduğunu sonradan öğreniyorum.  İçimde tatlı bir kıskançlık; biz faniler zamandan çaresizce şikayet ederken bu bina ne çok insana, değişime tanıklık etmiştir kim bilir? 
Sessizce iki bina arasından denize bakarken kalemimin ucunda kelimeler dans ediyor. Farid Farjat kemanıyla bu güzel ana eşlik ediyor sanki… Yalnız oturmanın böyle bir güzelliği var her detayı inceleyebiliyorsunuz-kulak veriyorsunuz kendinize. Bu kafenin profili daha farklı yerel kimlikten biraz uzak baktığınızda hemen fark ediliyor. Yan masada 50-55 yaşlarında bir grup insan KATÜ’de mimarlık okumuşlar. Eski anıları tanıdık bir ses gibi geliyor kulağıma; Zamanın hızlı tükendiğinden bahseder olduk sürekli, şimdi başkalarını dinlerken hepimizin ortak kaygısı olduğunu düşünüyorum.

Yine bir yol serüveni öncesi:)
Sevgilerimle...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder